Yazı ile Başlayan Hikâye: Tarih
Tarih yalnızca geçmişin kronolojik bir sıralaması olmamalıdır. Aynı zamanda sadece büyük adamların, devletlerin ve hanedanların tarihi de olmamalıdır. Pek çok kişi tarafından tarih bilincinden söz edildiğini duyarsınız. Tarihçilere soracak olursanız – ki ben de bir tarihçiyim – tarih bilincinin, kişinin kendi kültürünü tanıması ve bu kültüre sahip çıkması olduğunu söyleyeceklerdir. Ancak insan olmak ve medeniyet adına bu bilincin, tüm insanlığın mirasına sahip çıkma anlayışıyla birleşmesi gerekir. Ne yazık ki, geçmişten gelen pek çok tarihsel düşmanlık da bu yüzden sürekli olarak gündemde tutulur. Dolayısıyla tarihin, sanıldığının aksine daha farklı bir biçimde anlaşılması gerektiğini düşünüyorum. Aslında tarih, insanlığın kültürel mirasını, tecrübelerini, bilgi birikimini ve düşüncelerini günümüze taşıyan bir köprüdür. Peki, bu köprü nasıl kuruldu?
Tarih derslerinden de hatırlayacağınız üzere, yaklaşık olarak MÖ 3200’de Sümerlerin yazıyı icat etmesiyle tarih başlar. Bu bağlamda tarih ve yazı birbirinden ayrılmaz bir bütündür. Yazının icadıyla birlikte bahsi geçen kültür köprüsü inşa edilmiştir. Yazıyı sadece bir iletişim aracı olarak görmek yeterli değildir; onu, insanlığın yazılı tarihsel belleğinin başlangıcı olarak değerlendirmek gerekir. Bu tarihsel bellek sayesinde insanlar, yazı aracılığıyla düşüncelerini, bilgilerini ve kültürlerini korumanın bir yolunu keşfetmiş oldular. Dolayısıyla insanlık tarihinin kapıları bu sayede aralanmış oldu. İşte bu sebeple yazı olmadan bir tarih düşünülemez. Şayet yazı olmasaydı, toplumların tarihi yalnızca folklorik anlatılar ve arkeolojik maddi kültür unsurlarının incelenmesiyle sınırlı kalırdı.
Tarihçiler, tüm yaşamları boyunca yazılı belgeler üzerinde araştırmalar ve okumalar yaparlar. Yıllarca süren bu araştırmalar ve eğitimler sonucunda sistematik olarak geçmişin bir resmini topluma sunmaya çalışırlar. Bunu yapabilmek için de iyi bir yazar olmaları gerekir. Tarih ve yazı ayrılmaz bir bütündür; dolayısıyla bir tarihçi yalnızca bir anlatıcı değil, aynı zamanda potansiyel bir yazardır. Genel kanının aksine tarih, yalnızca devletlerin, milletlerin, imparatorların, kralların ve büyük şahsiyetlerin yapıp ettikleriyle ilgilenmez. Tüm kültürel mirasımızı yazı ile kalıcı hâle getirdiğimize göre, tarihin konusu yazılı olan her şeydir.
Yazının Gücü ve İnsanlık Tarihi
Taş Devri'nden Kalkolitik Çağ'a kadar insanlar, kendi gözlemlerini, deneyimlerini, toplumlarının kültürlerini ve bilimlerini sözlü olarak aktarıyorlardı. Bu sözlü aktarım sırasında elbette ki bazı bilgilerin kalıcı hale gelemediği düşünülebilir. Kalkolitik Çağ'ın sonlarına doğru Sümerlerin, tapınak ekonomisine dair işleyişi kayıt altına almak suretiyle bugüne kadar dünya tarihinin bilinen ilk yazısını keşfettikleri bilinmektedir. Arkeologlar ve tarihçiler, bu yazıya şekilleri çiviye benzediğinden dolayı "çivi yazısı" ismini vermişlerdir.
Sümerlerin hemen ardından ise Yunanların "kutsal yazı" adını verdikleri hiyeroglif yazısı Mısır'da icat edilmiştir. Yine bu yazı türünün Anadolu'da Luviler ve Hititler tarafından kendilerine özgü bir biçimde kullanıldığı bilinmektedir. Kalkolitik Çağ'ın sonunda Sümerlerden sonra Mısırlıların da yazıyı keşfetmesiyle insanlar, bilimsel bilgilerinden dinlerine ve kendi kültürlerine kadar pek çok şeyi yazıya dökebilme imkanına sahip olmuşlardı. Ancak yazı, bu süreç içerisinde her yerde aynı hızda yaygınlaşmamıştır. Örneğin, Anadolu yazıyı İlk Tunç Çağı'nın sonuna doğru, Orta Tunç Çağı'nın başında kullanmaya başlamıştır.
Yazının icadından sonra da pek çok toplum, kendi kültürlerine ait unsurları sözlü anlatım yoluyla folklorik bir şekilde aktarmaya devam etmiştir. Dolayısıyla ortaya çıkan ilk yazılı belgelerin sadece tarihsel olayları kaydetmekle kalmadığının bilinmesi gerekir. Bu yazılı belgeler aynı zamanda kültürel mirasın gelecek nesillere aktarılmasında büyük bir önem taşımıştır. Mezopotamya'nın tabletlerinden Antik Mısır'ın hiyerogliflerine kadar pek çok antik uygarlık, yazıyı hem bilgiyi aktarma hem de toplumsal düzeni sağlama aracı olarak kullanmıştır.
Böylelikle, antik çağdan günümüzün modern dünyasına kadar ulaşabilen bu yazılı kaynaklar, geçmişimizi anlamamıza olanak sağlamaktadır. Bugün de gelecek nesillere bilgilerimizi yazı yoluyla aktarmaya devam ediyoruz. Elbette ki sosyal medya, video, ses kaydı, film ve belgesel gibi çok çeşitli araçlara sahip olsak da bunların depolanması ve saklanması veri açısından oldukça zahmetli bir iştir. Buna karşın, yazı hâlâ bildiğimiz şekliyle verileri saklamamız için en ucuz ve en güvenilir yoldur.
Kültürel Mirasın Korunması
Yazının keşfiyle birlikte atalarımızın binlerce yıl boyunca yazıya döktüğü bilgiler sayesinde bugüne kadar gelebildik. Bunun çok iyi anlaşılması gerekir. Hele ki tarih boyunca yüzlerce, hatta binlerce kitabın yakıldığı ve kütüphanelerin yok edildiği göz önüne alındığında, günümüze kadar gelen mirasın geçmişin yalnızca çok küçük bir kısmını içerdiği unutulmamalıdır.
Bugün kültürel mirasımızı koruma sorumluluğumuz, geçmişin insanlarından devraldığımız bir medeniyet görevidir. Atalarımız tarafından yazıya dökülen binlerce, hatta milyonlarca bilgi yalnızca o dönemin bireylerine değil, aynı zamanda bizlere de birer yol gösterici olmalıdır. Günümüzde arkeolojik buluntular ve tarihi alanlar, atalarımızın ve insanlığın evrimini gözler önüne sermektedir. Ancak bu kültürel miras yalnızca arkeolojik maddi kültür unsurları ve tarihi mekânlarla sınırlı kalmamalıdır.
Burada hâlâ çevirisi yapılmamış ve kıyıda köşede unutulmuş çok fazla yazılı belge olduğunu hatırlatmak istiyorum. Geçmişin bilgi birikimlerini içeren bu yazılı eserleri korumak, yeniden yorumlamak ve bunları günümüze ve gelecek nesillere aktarmak zorundayız. Bu nedenle tarih bilincimiz, bizleri geçmiş ile gelecek arasında bir köprü olarak konumlandırmalıdır.
Tarih Bilinci ve Ulus Devlet Anlayışı
Geçmişten bu yana tarih, sadece herhangi bir dinin, etnik grubun ya da büyük şahsiyetlerin tarihine odaklanma gibi dar bir perspektife indirgenmekteydi. Ancak tarih bilinci, bu dar çerçevelerin çok ötesine geçmelidir. Tarihin insanlığa katkı sunabilmesi için yalnızca belirli bir dinin, milletin ya da bireyin geçmişine odaklanmaması gerekir. Tarih, tüm insanlığın kültürel birikimini ve evrimsel tarihsel çizgisini anlamak ve buradan bir yargı çıkarmak şeklinde ele alınabilirse ancak o zaman gerçek manasıyla bir toplum bilimi olacaktır. Aristoteles'in döneminde tarih, şiirin de altında görülmekteydi. Çünkü o dönemde şiir, bütüncül yargılar çıkarabiliyor ve bu bağlamda topluma ve insanlara bir bakış açısı sunabiliyorken, tarihçilik sadece geçmişte ne olup ne bittiğini bilmekten ve bunu anlatmaktan ibaretti. Günün sonunda insanlığa ve hayata dair bir bakış açısı ortaya koyamayacaksak neden tarih bilimine ihtiyaç duyuyoruz?
1789 Fransız İhtilali'nden sonra ulus devletlerin ortaya çıkmasıyla birlikte tarihçilik, daha çok ulus devlet anlayışı çerçevesinde bir vatandaşlık eğitimine indirgenmiştir. Sosyal bilgiler eğitiminden tezsiz yüksek lisans yaptığım dönem içerisinde sosyal bilgiler dersinin müfredatını oldukça yakından inceleme fırsatı buldum. Burada dikkatimi çeken şey, sosyal bilgilerin genel manasıyla bir vatandaşlık eğitimi dersi olmasıydı. Ortaöğretime kadar tarih eğitimi de bu genel çerçeveye göre verilmektedir. Elbette ki tarih eğitimi, bir yere kadar vatandaşlık eğitimini içermelidir; bireyin içinde yaşadığı toplumun kültürünü, tarihini, dinini, dilini, geleneklerini ve göreneklerini tarihsel bağlamıyla bilmesi ve anlaması gerekmektedir.
Fakat burada sorun şu ki üniversitelere geçtiğimizde bilimsel tarih anlayışının hâlâ yeterince gelişmediği görülmektedir. Burada eğitim alan gençlerimiz, ortaöğretim ve ilköğretimde aldıkları eğitimin daha genişletilmiş bir hâliyle sanki tekrar bir vatandaşlık eğitimi alıyor gibidir. Alınan bu eğitim çerçevesinde tarihçiler, tüm insanlığın kültürel evriminin yaşayan belleği olması gerekirken; sosyolojiden, felsefeden, coğrafyadan, ilahiyattan, dinler tarihinden ve çoğu zaman arkeolojiden ve antropolojiden neredeyse hiç ders almamaktadırlar. Lise ders kitaplarında dahi tarihe yardımcı bilimler olarak sıraladığımız bu temel sosyal bilimlerden, neredeyse giriş seviyesinde hiçbir ders görmeden veya belki şanslılarsa birkaç ders alarak bütün bir üniversite hayatlarını geçirmektedirler.
19. yüzyılda sosyolojinin kurucularından olan Auguste Comte tarafından fark edilen bu eksiklikler, o dönemde çok iyi bir şekilde ifade edilmiş ve yeni modern dünyanın uğraşısının sosyoloji olması gerektiği öne sürülmüştür. Auguste Comte tarafından tarihin yerine sosyolojinin önerilmesinden sonra tarihçiler, tarih ilmini bilimsel bir düzleme oturtmak için pek çok metodoloji geliştirmiş ve bu bağlamda çeşitli çalışmalar yapmıştır. Ancak günümüze gelindiğinde üniversitelerimizdeki çoğu bölümde verilen tarih eğitiminin hâlâ bilimsel tarih anlayışından uzak olduğu kanaatindeyim. Bu düşüncem, sosyoloji ve arkeoloji alanlarında aldığım lisans eğitimi sayesinde oluştu. Özellikle sosyoloji eğitimi almaya başladıktan sonra tarihe olan bakış açım gerçek anlamda değişti. Ayrıca arkeoloji eğitimi ile birlikte tarih eğitiminde yapılan yanlışları ve eksiklikleri daha iyi fark edebildim.
Geleceğe Yönelik Bir Perspektif
Milliyetçilik ve tarihsel kahramanlık hikâyeleri, toplumsal tarih bilincimizin bir parçası olabilir. Ancak tarih bilincinin asıl anlamı ve temel amacı, insanlık tarihinin derinliklerine inerek toplumları, kültürleri ve bireyleri yaşadıkları değişimler ve dönüşümler çerçevesinde ele alabilmek olmalıdır. Bu nedenle tarih bilinci, insanlığın kültürel ve tarihsel açıdan nasıl bir evrim geçirdiğini anlamak ve geleceğe yönelik olası perspektifleri analiz edebilmek açısından büyük önem taşır.
Bundan yüz yıl sonra tarihçiler için işler daha da zorlaşacaktır. Bir tarihçinin Osmanlı veya Sümer tarihini çalışırken, o toplumların kurumları, dinleri, dilleri, gelenekleri ve mimarisi gibi unsurlar hakkında genel geçer bilgilere sahip olması beklenir. Ancak günümüzde teknolojinin hızla gelişmesiyle birlikte yapay zekâdan yazılım mühendisliğine, uzay yarışından astrofiziğe kadar insanlık tarihinin en önemli gelişmelerinin yaşandığı bir dönemdeyiz. Gelecekte bu dönemin anlaşılabilmesi için çok daha teknik bilgi ve becerilere sahip olunması gerekecektir. Bu bağlamda, gelecekteki tarihçilerin çok daha teknik donanımlara sahip olacağını öngörüyorum. Tabii ki bu, benimsemiş olduğum tarih bilinci çerçevesinde bir yorum. Ancak eğer bugünkü anlamda bir tarih bilinci ve eğitimi ile devam edersek, muhtemelen tarih bilimi yüz yıl sonra bir tür kültür tarihi yazıcılığına indirgenecektir.
Bugün kültürel mirasımızın önemini kavrayamaz ve buna sahip çıkmazsak, yalnızca geçmişi anlamakta yetersiz kalmaz, aynı zamanda geleceği de şekillendiremeyiz. İnsanlar, yazılı tarih sayesinde geçmişin bilgilerini alıp kendi yaşamlarına entegre ederler. Geçmişin yazılı tarihi sayesinde pek çok bilimsel gelişme bugüne kadar gerçekleşebilmiştir. Dolayısıyla tarih bilinci, yalnızca bireysel gelişim sürecimizle ilgili değil, aynı zamanda toplumsal bir sorumluluk olarak da görülmelidir. Yüzyıllar sonra gelecek nesiller, bugün bizim kaydettiğimiz, yazıya döktüğümüz ve aktardığımız bilgileri okuyacak, araştıracak ve sahiplenerek kendi kültürel miraslarını oluşturacaklardır.
Sonuç olarak, tarih bilinci yalnızca geçmişi hatırlamak değil; aynı zamanda toplumumuzun, devletimizin ve hatta insanlığın ilerlemesi için bu geçmişten dersler çıkarmak ve sağlıklı yargılar oluşturmak anlamına gelmelidir. Ancak bu şekilde, Antik Çağ’ın en büyük bilginlerinden biri olan filozof Aristoteles’in tarih hakkında gördüğü eksikliği kapatabileceğimizi düşünüyorum. Yazının icadı ile başlayan bu serüvende, yazı insanlık için önemli bir köprü görevi görmüş ve bu sayede tarih bilimi ortaya çıkabilmiştir. Tarih, yaşadığımız dünyayı anlamamız için bizlere önemli materyaller sunarak rehberlik etmelidir. İnsanlık mirasının korunmasını ve aktarılmasını sağlayan en değerli araç hâlâ yazıdır.
“Neden Bir Blog Açmalıyız?” başlıklı yazımda, bir yazar olarak neden yazmanız gerektiğinden bahsetmiştim. Şimdi ise bir tarihçi olarak bunu tekrar vurgulamak istiyorum. Hepimizin geçmiş ve gelecekle bağ kurmasını mümkün kılan ve yaşadıklarımızı kalıcılaştıran yazıyı hayatınızın her alanında kullanın. Böylelikle hayat boyunca edindiğiniz deneyimleri, bilgileri ve tecrübeleri gelecek nesillere çok daha iyi bir şekilde aktarabilirsiniz.
Araştırmacı-Yazar
Mehmet Hüseyin Arslan