Akademik kariyerin Türkiye’deki en büyük illüzyonlarından biri, bilim üreten herkesin doçent ve profesör olabileceği yalanıdır. Bu tamamen bir algı manipülasyonudur. Oysa akademideki gerçek şudur ki; liyakattan ziyade keyfi kriterler, siyasi oyunlar ve bürokratik tuzaklarla doldurulmuş bir kariyere giden mayın tarlası gibi bir süreç araştırmacıları beklemektedir.
Herhangi bir akademisyenin doçent ya da profesör olabilmesi
bilgi ve yetkinlikten çok sistemin içine girebilme becerisine bağlıdır. Bu
süreç akıl almaz derecede zorluklarla dolu olmakla beraber sistem bilim üretmek
yerine akademisyenleri yıldırmayı ve elemeyi bir mekanizma olarak
kullanmaktadır. Yine Türkiye’de doçent olabilmek için akademisyenin sadece
bilim üretiyor olması yetmez; aynı zamanda doçentlik jürisi gibi sürekli olarak
değişen keyfi kriterleri ve engelleri aşması gerekir. Bu bürokratik labirentte
kaybolmadan yükselebilmek oldukça büyük bir başarıdır.
Uluslararası hakemli dergilerde belirli sayıda makale
yayımlaması gereken akademisyenlerin, Türkiye’de belirli gruplara dahil olmadan
yayın yapabilme fırsatı neredeyse yok gibidir. Yayın kabul süreçleri keyfi
olmakla beraber bazı dergiler adayın hangi akademik gruba bağlı olduğuna dahi
bakarak karar vermektedir. Parayla yayın yapan dergiler yüzünden birçok
akademisyen makalelerini yayımlayabilmek için ücret ödemek zorunda
bırakılmaktadır. Yine akademik camia içerisinde bir “atıf mafyası”
bulunmaktadır. Yükselebilmek için belirli kişilerin çalışmalarına atıfta
bulunmak zorunda bırakılan akademisyenler bir tür akademik şantaja maruz
kalmaktadır.
Doktora ve öğretim üyeliği sonrası yükselmek için
oluşturulan jürilerde adayların makaleleri ve bilimsel katkıları değil kendi
ideolojik veya akademik görüşlerine uygun olup olmadığı değerlendirilmektedir.
Yine jüri üyelerinden biriyle geçmişte akademik bir anlaşmazlık yaşanmışsa,
araştırmacının başvurusu reddedilebilir. Akademide yerleşmiş olan bu gruplar
kendilerinden olmayan adayların yükselmesini istemez. Dolayısıyla
araştırmacıların dosyaları ne kadar kaliteli olursa olsun reddedilebilir.
Yıllarca emek verdikten sonra tamamen keyfi ve subjektif değerlendirmelere
maruz kalan akademisyenlerin yaşadığı durum işte tam olarak budur. Bugün bu
süreçlerin bilimsel olduğunu iddia eden ve halka bu şekilde manipülatif bilgi
sunan ahlaksızlar vardır.
Doçentlik kadrosuna yükseldikten sonra akademisyenlerin işi
yine bitmemektedir. Profesörlük süreci, bilimsel bilgi üretimini teşvik eden
bir mekanizma olmaktan çıkmış ve akademisyenleri yıldırma aracı hâline
gelmiştir. Doçent olduktan sonra akademisyenlerin profesör olabilmesi için en
az 5 yıl beklemesi gerekir. Bu 5 yıldan önce ne kadar kaliteli çalışmalar
yapmış olsanız da ve nicelik olarak önemli katkılarınız olsa da süreyi
doldurmadan profesörlüğe yükselmeniz mümkün değildir.
Bu süre sadece bir formalite değildir. Üniversitelerde
genellikle profesörlük kadroları ya açılmaz ya da belirli kişilere yönelik
açılır. Yani bu sistem içerisinde profesör olabilmek için sadece yeterlilik
sağlamanız yetmez, üniversitenin kadro açmasını beklemeniz gerekir. Kadro
açılmadığı sürece akademik kariyeriniz askıda kalır. Bu kadrolar çoğu zaman
liyakate dayalı olarak değil, rektörle veya dekanla iyi ilişkiler kurmakla
ilgili olarak açılmaktadır. Eğer doğru çevreye ait değilseniz profesörlük
başvurunuz üniversitenin bürokratik süreçleri içerisinde yıllarca
bekletilebilir.
Burada akademik üretimi teşvik etmek yerine akademisyenlere
gereksiz ve işlevsiz bürokratik angaryalar da yüklenmektedir. Belirli sayıda
lisansüstü öğrencisi yetiştirmek, bu öğrencileri bulmak ve onlara gereken vakti
ayırmak oldukça zordur. Akademik yayıncılık ise büyük ölçüde çıkar ilişkilerine
dayalı olduğu gibi kitap yayınlamak zorunluluğu da başlı başına büyük bir
maliyettir ve çoğu zaman akademisyenlerin kendi cebinden karşılanması gerekir.
Bazı akademisyenler ise diğer meslektaşlarının profesör olmasını geciktirmek
için evrak eksikliği gibi durumlarla başvuruları yıllarca oyalayabilir.
Profesörlük akademik kariyerin zirvesi olarak görünse de
tamamen siyasallaşmış ve akademik üretimi öldüren bir sistemin son basamağıdır.
Akademik kadro savaşları bilim yerine siyasi oyunların üretilmesine ve
oynanmasına sebep olmaktadır. Şunun net olarak bilinmesi gerekir ki
Türkiye’deki birçok üniversitede akademik çeteler bulunmaktadır. Bu çeteler,
hocaların kurduğu klikler üzerinden profesörlük kadrolarını sadece kendi
çevrelerine açmaktadır.
Yine akademik nitelikten çok belirli bir ideolojiye ve
siyasi gruba bağlılık önem arz ettiği için akademisyenlere adeta bir “siyasi
sadakat testi” uygulanmaktadır. Akademisyenlere karşı sistematik engellemeler
uygulayan, makalelerini görmezden gelen, dosyalarını eksik sayan, başvurularını
süresiz olarak erteleyen bu çeteler, rakiplerini engellemek için her türlü
keyfi davranışı sergilemekten geri kalmazlar. Türkiye’de akademik süreç, bilimi
geliştirmek yerine akademisyenleri yıldırmak için tasarlanmış bir sistem hâline
gelmiştir.
Burada liyakat değil, bürokrasi ön plandadır. Burada
bilimsel başarı değil, doğru insanları tanımak daha önemlidir. Akademik sistem,
belirli çetelerin kendi içindeki döngüsünü korumaya yönelik bir kast sistemine
dönüşmüştür. Dolayısıyla akademisyenler ya sistemin içinde kaybolmayı ya da
yurt dışına gitmeyi tercih etmektedir. Eğer akademide özgürlük ve liyakat esas
alınmazsa akademik sistem yıkılmaya mahkûmdur. Bilim ve eğitim, herkesin
hakkıdır ve belirli akademik çetelerin tekeline bırakılmamalıdır.
Araştırmacı-Yazar
Mehmet Hüseyin Arslan