Mevcut eğitim sisteminin en büyük yalanlarından biri, "Eğitimde Fırsat Eşitliği" söylemidir. Oysa gerçekte dünya, göründüğünden çok daha farklıdır. Akademi içerisinde yükselmek, yetenekli ve çalışkan olmaktan çok, sistemin içinde yolunu bulabilmekle ilgilidir. Liyakat ise yıllar önce bu sistemden sürgün edildi; liyakatın yerine bürokrasi, adam kayırma ve siyasi bağlantılar geçti. Bugün bunu tüm lisansüstü öğrenciler ve akademisyenler bilmesine rağmen sanki böyle bir şey yokmuş gibi davranarak geçiştirebileceklerini zannediyorlar.
Bugün herhangi bir akademisyen ne kadar bilgili olursa olsun eğer belirli
bir çevrenin içine dahil değilse, akademik kariyerinde yükselmesi neredeyse
imkansız hale getirilmektedir ve bu kasten yapılmaktadır. Çünkü ülkemizde
akademi artık bir bilgi üretim merkezi olmaktan hızla uzaklaşmaktadır. Akademi belirli kliklerin ve grupların
birbirini kolladığı kapalı devre çalışan bir kast sistemine dönüşmüştür.
İnsanların artık bunu tam manasıyla bilmesi gerekiyor.
Örneğin, bir akademisyen düşünelim. Lisans eğitimi boyunca çok başarılı bir
eğitim hayatı geçirmiş, yüksek lisansını tamamlamış ve ardından doktorasını
yapmış, alanında yetkin bir uzman haline gelmiş olsun. Normal şartlarda bu
kişinin akademik kariyerinde ilerleyebilmesi için tek kriterin bilimsel
çalışmaları olması gerekir. Öyle değil mi? Fakat ülkemizde işler böyle yürümez.
Bugün akademik kariyerinde yükselmek isteyen herhangi bir araştırmacının
karşısında aşması gereken sayısız bürokratik engel bulunmaktadır.
Yayın zorbalığı ve uydurma atıflar, bu bürokratik engellerin başında
gelmektedir. Doçentlik veya profesörlük kadrolarını almak için belli sayıda akademik makale
yayınlamak gerekiyor. Türkiye'de ise yayın süreçleri tam bir çıkmaz sokak
haline gelmiş durumdadır.
Parayla yayın yapan sözde akademik ve bilimsel dergiler tüm sisteme adeta hâkim olmuştur. Buradan yayınlanan makaleler, akademisyenlerin kariyerlerinde
yükselmelerine öncülük etmektedir. Öyle bir sistem düşünün ki, parayla sözde
bilimsel ve akademik yayın yapıyorsunuz ve ardından içinde bulunduğunuz
akademik klikin de onayıyla yükseliyorsunuz. Birçok sözde bilimsel ve akademik
jüri ise adayların belirli kişilerin çalışmalarına atıfta bulunmasını istiyor ve
bu adaylar, yükselmek için bazı akademisyenlerin egosunu tatmin etmek zorunda
bırakılıyor.
Böyle bir sistemde bilim üretilebilir mi? Böyle bir sistemde akademisyenler köle gibi belirli bir çarkın içinde döndürülmüyor mu? Bunlardan haberdar olan
ve susan birçok akademisyen var.
Akademik kariyerde yükselme ile ilgili ikinci bürokratik engel ise adam
kayırmacılıktır. Burada doğru kişilerle ilişki kuramadığınız takdirde akademik
kadrolara siyasi bağlantıları ve akrabalık ilişkileri sizden daha güçlü olan
kişiler yerleşecektir. Bu ahlaksızlık ve bu sınır tanımamazlık öyle bir noktaya
ulaşmış ki, lisansüstü öğrenci alım süreçlerine de sirayet etmiştir. Akademik
kadro ilanları belirli kişilerin özelliklerine göre hazırlanmaktadır ve
şartlar öylesine spesifik olarak belirlenmektedir ki, yalnızca önceden
belirlenmiş kişiler bu ilanlara başvurabilmektedir. Genele hitap eder gibi görünen
ilanlarda ise önceden alınacak kişi zaten belli olduğu için uydurma bir
şeffaflık içerisinde sözde tarafsız bir alım süreci yürütüldüğüne dair
kamuoyuna bir mesaj verilmektedir. Akademide yükselmenin en büyük etkenlerinden
biri ise siyasi bağlantılarınızın güçlü olmasıdır. Bu sayede profesörlük ve
rektörlük gibi makamlara çok daha hızlı bir şekilde ulaşabilirsiniz.
Doktora
sürecini tamamlayan bir araştırmacı için ise durum çok farklı olmamakla beraber henüz her şey bitmiş sayılmaz. Tam aksine gerçek mücadele asıl
doktora sürecinden sonra başlar. Burada doktorasını tamamlayan araştırmacılar öğretim üyeliği kadrosu bulmak için uzun bir süre mücadele etmek zorunda
kalırlar. Boş kadrolar ya uzun süre açılmaz ya da belirli kişiler için açılır.
Kadroya başvurmak için belirli sayıda yayın, proje ve akademik etkinlik
gerekir. Fakat genç akademisyenlere bu fırsatlar sunulmadığı için kısır bir
döngü içerisinde akademik yükselme kilitlenmiş olur.
Yine
doçentlik ve profesörlük süreçleri ise gereksiz bürokrasiyle doludur. Burada
bilimsel çalışmalardan çok, formları doğru doldurabilmek daha önemli hale
gelmiş durumdadır.
Araştırmacı-Yazar
Mehmet Hüseyin Arslan