İnsanlığın en eski ve en güçlü araçlarından biri olan eğitim, ilk çağlardan itibaren sadece bilgiyi aktarmak olarak değil, toplumların hayatta kalmasını ve aynı zamanda medeniyetlerin yükselmesini sağlamak amacıyla kullanılmıştır. Antik Yunan’da kurulan akademiler, bilimin özgürce tartışılabildiği ve filozofların yetiştiği yerler olabilmesi amacıyla kurulmuştu. Ortaçağ’da ise medreseler ve Batı’daki üniversiteler kilise veya devlet güdümünde olsa da bilginin üretim merkezi olarak varlıklarını sürdürüyorlardı. Zaman içerisinde eğitim bir aydınlanma aracı olmaktan çıkıp, sistemin devamlılığını sağlayan bir tür işçi fabrikasına dönüştü. Bunun en önemli etkenlerinden biri sanayi devrimidir. Sanayi devrimi eğitimi kökten değiştirip, o güne kadar kendince de olsa bireysel gelişme ve felsefi derinliğe önem veren sistemleri aniden verimlilik odaklı bir yapıya büründürdü. Artık eğitim insanları belli bir kalıba sokarak sistemin dişlisi haline getirmek için tasarlanmış ve modern üniversitelerde bu dönüşümün en büyük araçlarından biri haline gelmişti.
20.yüzyılın sonlarında ve 21. yüzyılın başlarında uygulamaya
sokulan neoliberal politikalarla birlikte eğitim tamamen piyasalaştırılacaktır.
Üniversiteler artık bilginin üretildiği ve paylaşıldığı yerler olmaktan çıkıp,
sertifikaların dağıtıldığı ve diplomaların parayla satın alınabildiği bir
ticari kuruma dönüşmüştür. Burada akademik kariyer basamakları ağırlaştırılarak
bilgiye erişim giderek daha fazla engellendi ve eğitim belirli kliklerin
tekeline terk edildi. Eğitim toplumu aydınlatan bir meşale olmaktan çıkarılıp,
elit bir sınıfın tekelinde statü belirleyen bir araç haline dönüştü. Bugün
Anadolu Üniversitesi gibi köklü kurumların, eğitimde fırsat eşitliğini toplumun
geneline yayabilmek için kurmuş olduğu Açıköğretim sistemi, statülerini korumak
isteyen ve eğitimci olduğunu iddia eden statükocular tarafından tamamen yok
edilmek isteniyor. Eğitimde demokratik süreçlerin sağlanması yerine
merkeziyetçi yaklaşımlar giderek etkisini artırmaktadır. Doktora sonrası
araştırmacıların önüne getirilen engeller, akademik ilerlemenin herhangi bir
kliğe mensup olmadan imkansız hale getirilmesi, doçentlik ve profesörlük gibi
akademik basamakların gereksiz bürokratik süreçlerle doldurulması gibi etkenler
hep aynı köhnemiş sistemin ürünleridir.
Bu sistem tarafından eğitim bir hak değil, bir ayrıcalık
olarak sunulmaktadır. Yapay zeka çağında olduğumuz şu günlerde dahi bilginin
özgürce dolaşımı engellenmekte ve insanlar belirli kalıplara sıkıştırılmak
istenmektedir. Toplumun geniş kesimleri bilinçli olarak bilgisiz bırakılmaktadır.
Gerçek şu ki, mevcut eğitim sistemlerinin söylendiğinin aksine hiçbir felsefi
ve idealist yönü yoktur. Eğitim sistemi sadece profesyonel anlamda sisteme işçi
yetiştirmeye odaklanmış durumdadır. Bir nevi sisteme koyun yetiştirmek
istenmektedir. Düşünen, sorgulayan, alternatif yollar arayan insanları
istemiyorlar çünkü bilinçli olarak bireyleri aptallaştırıyorlar ki bilinçli
insanlar, sistemin çarklarına çomak sokamasınlar. Bu sistemi ayakta tutan
kişiler tüm güçlerini bulundukları konumdan, unvanlarından ve arkalarındaki
kliklerden almaktadırlar. 30-40 yıl boyunca üniversitelerde 19-20 yaşındaki
çocuklara istedikleri gibi bir şeyler aktaran bu insanlar, kendilerini kaf
dağının üstünde görüyor olmalılar ki, herhangi bir düşünce insanıyla, bırakın
tartışmayı, kendi meslektaşlarıyla dahi tartışamıyorlar. Çünkü her zaman en
doğru olan sistem ve sistemin yegâne savunucuları olan kendileridir.
Bu yazı, işte tam da bu köleleşmiş sistemin çürüdüğünü
ortaya koyabilmek için yazıldı. Bugüne kadar dijital dünyadaki altyapı
imkanlarımı kullanmaktan imtina ettim. Düşüncelerimi, fikirlerimi ve yazılarımı
her zaman basılı kitap şeklinde görmek istedim. Ancak yayıncılık dünyasındaki
bir takım engeller ve benim maddi imkansızlıklarım yüzünden oluşan şartlardan
ötürü her zaman geride kaldım ve düşüncelerimi satırlara dökemedim. Fakat
bundan sonra her türlü dijital imkanımı kullanacağım. Elbet ileride bir gün
dijital olarak yayınladığım kitapları ya da yazılarımı bastıracak bir yayınevi
bulurum. Çünkü bu yayınevlerinin dağıttığı sözleşmelerde hiçbir şekilde bu
kitapları ve yazıları daha geniş kitlelere ulaştırabilecek fırsatlar
verilmemektedir. Bir yazar ve düşünür olarak şunun farkındayım: Çağımızın bir
getirisi olarak insanlar kitap okumuyor. İnsanlar dijital dünyada blog yazıları,
kısa videolar ve belgesel videolar tarzında içerikler tüketerek kendilerine bir
şey katmaya çalışıyorlar. Tabii ki her yazar, düşüncelerinin
kitaplaştırılmasını ve onu elinde tutmayı ister. Toplumsal bir görev üstlenen
ve toplumu aydınlatmayı bir sorumluluk ve idealist bir bilinç çerçevesi
içerisinde benimseyen entelektüellerin artık dijital dünyada görünür
olmalarının zamanı gelmiştir.
Toplum bilimleri hakkında sosyologlar ve felsefeciler ne
yazık ki konuşturulmuyor ve hiçbir zaman onlara fikirlerini alabilmek için
danışılmıyor. Eğitim sadece bir meslek edinme aracı değildir. Bu sözde
eğitimcilerin Unvanlarına güvenerek konuştuğu konular, sosyologların ve
felsefecilerin yüzlerce yıldır üzerinde tartıştığı bir alanı ilgilendiriyor ve
ne yazık ki bu kimseler her defasında kendilerini komik duruma düşürüyorlar.
Felsefe ve soyolojinin belli bir aşamasında olan benim gibi bir düşünür ve
yazar dahi bunu fark edebiliyorsa, felsefe ve sosyolojide ciddi birikimleri
olan insanlar da bunu fark edebiliyordur diye düşünüyorum.
Araştırmacı-Yazar
Mehmet Hüseyin Arslan