Eğitim, bir toplumun aynasıdır. Bir ülkenin, bir devletin, bir milletin ve bir şehrin nasıl yönetildiğini, neye değer verdiğini ve geleceğe nasıl baktığını anlamak istiyorsanız, eğitim sistemine bakmanız yeterlidir. Toplum hayatında eğitimin rolü yalnızca insanlara okuma yazma öğretmek ya da onlara meslek kazandırmak değildir. Böyle olduğu takdirde başka düşünce akımları gelir ve bu boşluğu doldurur. Eğitim, bir toplumun inşa eden en güçlü araçtır. Tüm sosyologlar ve filozoflar bunun farkındaydı ve her bir düşünür, tarih boyunca eğitime gereken önemi vermiştir. Bugün eğitim hakkında konuştuğunu zanneden eğitimciler, bu büyük sosyologlardan ve filozoflardan bihaber şekilde keyiflerince konuşurken hala bu alanlarda bahsi geçen konularla meşgul olan insanların olmadığını zannediyor olmalılar ki kendilerini komik duruma düşürecek açıklamalar yapabilme cesaretini buluyorlar. Eğitim gibi bir aracın nasıl kullanıldığı, kimin elinde olduğu ve hangi amaçlara hizmet ettiği oldukça kritik bir konudur.
Eğitim sistemleri tarih boyunca iki temel yaklaşım etrafında şekillenmiştir.
Bunlardan birincisi; bireylere sorgulamaya teşvik eden, eleştirel düşünmeyi
öğreten, onlara bağımsız düşünebilen yurttaşlar olabilme fırsatı sunan
özgürleştirici eğitim modelidir. İkinci model ise; toplumu belirli kalıplara
sokan, itaat etmeyi öğreten ve insanların sistemin şartları arasında kaybolmasını
sağlayan baskıcı eğitim modelidir. Bugün küresel düzende hakim olan sistem, tam
anlamıyla baskıcı bir eğitim modelidir. Eğitimin temel amaçları arasında
insanların yeteneklerini keşfetmesi, düşünme becerilerini geliştirmesi, dünyayı
anlama ve dönüştürme gücüne sahip olması gibi özelliklerin olması gerekirken,
bunun tam aksi yönde sadece belirli kurallar çerçevesinde hareket eden,
sorgulamayan ve itaat eden insanlar yetiştirmek için bir manipülasyon aracı
haline getirilecek şekilde dizayn edilmesi söz konusudur. Tarih boyunca eğitim her zaman iktidarların elindeki en
güçlü silahlardan biri olmuştur. Orta Çağ’da kilise eğitimi kontrol ederken,
insanlar kutsal metinleri sorgulamadan kabul etmek zorundaydı. Sanayi
devriminden sonra ise devletler eğitimi bir ulus inşa eden ve yok eden bir propaganda
mekanizmasına dönüştürdü. Burada artık eğitimin amacı insanları ulus devlet
düzeni içerisinde sisteme entegre etmek, onlara belirli meslek grupları sunmak
ve sistemin devamlılığını sağlamaktı. Bu durum günümüzde de farklı değil.
Eğitimin içeriğini belirleyenler toplumu diledikleri gibi şekillendirmektedir.
Bu yapı içerisinde öğretmenler ve eğitimci olduğunu söyleyen kimseler maalesef ki ellerinde bulunan müfredatları uygulayan teknik elemanlardan başka bir şey değildir. Bunun böyle olduğunun en büyük kanıtlarından birisi de idealist öğretmenlerin ve eğitimcilerin bu politikaları belirleme noktasında sistemin dışına itilmesi gerçeğidir. Bu
müfredatlar, insanların hangi konuları öğrenmesi gerektiğini, neyi
sorgulamaması gerektiğini ve hangi gerçekleri kabul etmesi gerektiğini
belirlemektedir. Tarih, felsefe, sosyoloji gibi alanlar bilinçli olarak geri
planda bırakılırken, bu alanlarda öğrencilere öğretilenler tamamen sistemin neyin öğretilip, neyin öğretilmeyeceği üzerinde verdiği kararlar sonucunda ortaya konulmaktadır. Bir tarihçi olarak okul kitaplarında ve üniversitelerde nasıl bir
tarih anlayışı ile öğretim yapıldığının gayet farkındayım. Teknik ve mesleki
eğitimin ön plana çıkarıldığı yerlerde ise tamamen toplum bilimlerinden
uzaklaştırılan bireylerin düşünemeyen bireyler olması istenmektedir. Çünkü
düşünen bireyler sistem için tehlikelidir. Bugün çıkıp çocukları sanayiye
yönlendirmeye çalışan kimseler, çocuk işçiliğini desteklediklerinin farkında
değiller. Şayet farkında iseler, o zaman durum daha kritik bir hale gelmiş demektir. Zorunlu lise
eğitimini kaldırmak isteyen bazı sözde eğitimciler, sistemin sadece profesyonel işçi
yetiştirmeye çalıştığının en önemli göstergesidir. Bu eğitimciler, teknik ve
mesleki ağırlıklı bir eğitim süreci içerisinde; insanların doğruyu yanlışı
nasıl öğreneceği ve toplum içerisinde insan olarak nasıl yaşanabileceği hakkında herhangi bir şey öğretmiyorlar ve öğretmeyecekler de. Çünkü amaç, aptallaştırılan kitleler ile sistemin sürekliliğini sağlamak ve düzeni ayakta
tutmaktır.
Eğitim sistemi yalnızca insanları değil aynı zamanda içerisinde bulunduğumuz toplumun
ekonomik ve sosyal yapılarını da belirler. Kaliteli ve erişilebilir bir eğitim,
gelir eşitsizliğini azaltabilir ve toplumsal refahı artırabilir. Bu manada
insanlara sosyal hareketlilik imkânı tanınmış olur. Fakat günümüzün dünyasında
eğitim, bir ayrıcalık haline getirilmiş durumdadır. Kaliteli eğitimi yalnızca
belirli ekonomik seviyelerin üzerindeki insanlar alabiliyor. Bunlar, özel
okullarda yabancı dil eğitimi ve yurt dışı eğitimi gibi fırsatlara sahip iken
aynı zamanda ekonomik gücü, toplumun geri kalanından daha iyi durumda olan bir
sınıftan geliyor. Dolayısıyla buradaki sınıfsal ayrım her zaman göz ardı
ediliyor ve ondan sonra birileri çıkıp diyor ki "lise eğitimi zorunlu
olmaktan çıkarılsın'' yani fakir ailelerin çocuklarını sanayiye yönlendirelim ve
zengin kesimden olan kimseler kaliteli eğitim almaya devam etsinler. Bu
anlayış tam olarak budur. Üniversiteler ve eğitim kurumları artık birer
ticarethane gibi çalışıyor. Diplomanın değeri, kişinin bilgisinden çok hangi
üniversiteden mezun olduğu ile ölçülüyor. Akademik kariyer yapmak artık bilgi üretmekten
çok sistemin içindeki bürokratik engelleri aşmak ve kendini bir klik içerisinde konumlandırabilmekle alakalıdır. Doçentlik ve profesörlük gibi akademik
basamaklarda yükselmek liyakata göre değil, belirli bir zümrenin içindeki
bağlantılara dayalı hale gelmiştir. Artık bunun yeterince bilinmesi lazımdır.
Araştırmacı-Yazar
Mehmet Hüseyin Arslan


