Bilim insanları ve bilgili insanlar sessiz kaldıkça, toplumsal ortam boş kalmıyor. Bilim insanları ve bilgiyle uğraşan insanların boşluğunu, komplo teorisyenleri, sahte bilimciler vb. gibi unsurlar dolduruyor. Bu tablo karşısında ise gerçek bilgiye ulaşmak yerine çok daha basit ve kolay yoldan her şeyi çözdüğünü sanan kalabalık kitleler gün yüzüne çıkıyor. Çünkü bilim konuşmuyor. Bilim sessiz ve suskunluk içerisinde. Yahut bilimin konuştuğu dili kimse yeterince iyi bir şekilde anlamıyor.
İnsanların çoğu, kendi bildiklerini doğrulayan ve tekrarlayan bir döngü içerisindedirler. Sürekli olarak kendilerine gösterilen aynı içerikler yüzünden, kendi inançlarını her defasında doğruladıklarını zannediyorlar. Ayrıca, sosyal medyadaki çevrelerinden edinmeye çalıştıkları bilgiyle, doğru bildiklerini çevrelerine onaylatmaya çalışıyorlar. Bu tip insanlar arasında bilginin yanlışlanabilirliği çok düşük bir ihtimal haline geliyor. Çünkü bildiklerinin yanlışlanabilmesini kendilerine saygısızlık olarak gören bu insanlar, çoğu zaman doğru bildiklerinden vazgeçmemeyi tercih ediyor.
Özellikle toplum, tarih ve siyaset gibi konularda insanlar ideolojik saiklerle hareket ederek bu yanlışa çok fazla düşüyor. Bir tarihçi olarak, doğru bilinen şeylerin yanlış olduğunu insanlara anlatmayı pek çok defa denemiş olsam da, bilgilerinin yanlış olduğunun ortaya çıkması insanlar tarafından saygısızlık, hakaret yahut kendilerine bir saldırı olarak algılandığı için sağlıklı bir iletişim kurmak genelde mümkün olmuyor.
Çünkü insanlar belli bir yaşa gelene kadar sadece sosyal çevrelerinden duyduğu bilgileri özümsüyor ve bunu doğru olarak kabul ediyorlar. Burada bilimsel bilgi ise çoğu zaman makalelerde, laboratuvarlarda ve konferanslarda kalıyor, topluma inemiyor. Ve toplum istese de bu bilgilere kolay bir şekilde erişemiyor. Çünkü yöntem ve metodolojiyi gerektiği gibi bilmiyor. Bilim insanları çoğu zaman “Ben işimi yapar geçerim, halka anlatmak benim görevim değil.” tavrında olduğu için bilgi, belirli bir zümrenin çevresi etrafında sıkışıp kalıyor.
İşte asıl mesele de tam olarak buradan sonra başlıyor. Oluşan bu boşluğu koca bir cehalet endüstrisi dolduruyor ve anlatılmayan gerçeklerin yerini hurafeler alıyor. Çünkü bilgili insanlar tarafından oluşturulan bu sessizlik, saçmalığın davulunun daha yüksekten çalmasına sebep oluyor. Komplo teorileri ise karmaşık matematik formüllerine ya da uzun açıklamalara gerek duymadan “Dünya düzdür.”, “Anunnakiler vardır.”, “NASA bize yalan söylüyor.” gibi cümlelerin cazibesi etrafında şekilleniyor. Elbette ki Nasa'nın bize yalan söylemiş olabileceği konular muhakkak ki vardır. Ancak şuan konumuz sadece bu değil. Kafa yormadan, üzerine düşünmeden özel bir bilgiye ulaştığını hisseden insanların egosu okşanıyor ve sürüden farklı olduğunu düşünüyor. Toplumda bilimsel düşünceye karşı oluşan bu güven eksikliği sadece cehaletten değil, yeterli ve istendik düzeyde eğitim verilememesinden kaynaklanıyor. Eğitimcilerin içerisinde bulunmuş olduğu ruh halini düşündüğümüzde, bunu çok daha net bir şekilde anlıyoruz. Daha öncesinde blogumda eğitimle ilgili çeşitli yazılar yazmıştım ve oradaki bazı problemlerden, sakat düşünce yapısından ve kötü bakış açılarından söz etmiştim.
Toplum içerisinde bilimsel düşünceye karşı bir güven eksikliği varsa, bu sadece yeterli ve istendik düzeyde eğitimin alınamamasından ve cehaletten değil, bilim insanlarının iletişimdeki yetersizliğinden de kaynaklanmaktadır. Bilim sadece laboratuvarda, araştırma sahalarında, masa başında, kütüphanede yapılmamalıdır. Bilim sokağa da yansımalıdır. Toplum içerisinde, anlaşılır bir dille, özveriyle ve tutkuyla; onların değerlerini mümkün olduğunca aşağılamadan, empatik bir dille iletişim kurulmalıdır. Bilimin mirası sadece bilenlerin değil, tüm herkesin, yani insanlığın ortak mirasıdır. Dolayısıyla bilim insanları iletişim eğitimi almalı, üniversitelerimiz toplumun geneline yönelik bilimsel içerikler de üretmeli, bilim gazeteciliği teşvik edilmeli ve desteklenmelidir. Sosyal medya, bilim anlatıcıları için bir platforma dönüştürülmelidir. Komplo teorilerinin sadece yanlış olduğunu belirtmek yetmez; onların neden cazip olduğunu anlamak ve işin sosyolojisini çözümlemek gerekir. Bilgi sustuğunda konuşacak olan sadece cehalettir. Fakat bilinmesi gerekir ki cehalet, kitleler üzerinde çok güzel bir şekilde konuşur ve onları etkisi altına alır. Tüm sorulara kesin cevaplar vererek, insanları hiç şüphe edemeyecek ve asla tereddüt edemeyecek hale getirir. Bilim ise doğası gereği soru soran, kuşku duyan ve insanı düşünmeye zorlayan bir yapıdadır. Fakat bu, bilimin zayıflığından kaynaklanmamaktadır; doğası gereği böyledir. Bilimin doğasından kaynaklanan bu sorgulayıcı gücü insanlara mantık çerçevesi içerisinde izah edebilmek gerekir. Çünkü bugün bilgiyle uğraşan insanlar bilgiyi toplumun geneline indiremez ve anlatamazsa, birileri kendi masallarını kitlelere yutturmaya devam edecektir. Dolayısıyla kitleler de bu masallara inanacak ve belki de iş işten çoktan geçmiş olacaktır.
Araştırmacı-Yazar
Mehmet Hüseyin Arslan