Çok ilginç bir şekilde sosyal bilimler ve beşerî bilimler birbirinden ayrı alanlar olmasına rağmen bu iki alan arasındaki fark neredeyse çoğu kişi tarafından bilinmemektedir. Sosyal bilimler deney olarak birtakım sosyal bilimlere özgü yöntemleri kullanıyor olsa da beşerî bilimler daha çok anlamacı yaklaşım üzerinden ve eleştirel düşünce üzerinden ilerliyor. Fakat günün sonunda burada sosyolojiyi, psikolojiyi ve buna benzer diğer önemli sonuç odaklı sosyal bilimleri bir kenara bırakarak şunu söylemek istiyorum ki diğer disiplinler ve akademideki kürsüleri gerçekten ne işe yarıyor, merak ediyorum. Örneğin arkeolojiyi ele alalım. Bir yüzey araştırmasına daha katıldım bu sene. Pek çok yerde arkeolojik alanların tespitini yaptık. Arkeolojiyi seviyorum. Tabii ki bir tarihçi olarak beşerî bilimleri de seviyorum. Bu disiplinleri sevmemek felsefe ve tarih ile ilgilenen bir araştırmacı için düşünülemez bir şeydir. İnsanlık tarihini bütünüyle, sanatıyla, diniyle, felsefesiyle, mitolojisiyle, düşünce sistemleriyle, ekolleriyle ele almayı gerçekten çok seviyorum. Fakat biyografimde de belirtildiği üzere günün sonunda insanlığın evrimsel çizgisini hem kültürel hem düşünsel hem de biyolojik olarak anlamak için bunu yapıyorum. Ve bunu yapmaktan da gerçekten zevk alıyorum. Arkeolojiyi okumak için gerçekten çok fazla bedel ödemeyi göze aldım.
Yirmi üç yaşımdan sonra arkeoloji eğitimine örgün olarak devam etmek ve yirmili yaşlarımın neredeyse önemli bir kısmını arkeolojiye harcama düşüncesi, tarih eğitiminin hemen ardından ve toplamda sekiz yıl boyunca hâlâ öğrenci olarak kalmama sebebiyet verdi. Tabii ki bu benim kendi tercihimdi. Şu an için çoğunlukla farklı durumlar olsa da belki bu süreç uzayabilir, bu ihtimal de hayatımın bir köşesinde bulunmakta. Arkeolojiyi ne kadar sevdiğimi anlamanız için sanırım bu anlattıklarım yeterli olacaktır. Arkeoloji genelde ülkemizde sanki sadece turizme hizmet etmeye yarayan bir disiplin gibi ele alınıyor. Evet, Yunan ve Roma tarihini seviyorum gerçekten. Antik Yunan’ın felsefesine hayranım. Roma tarihini eski çağ tarihinde yüksek lisans tezi olarak çalışıyorum. Geç Antik Çağ konusuna epey bir ilgiliyim. Özelde ise Geç Antik Çağ’daki Roma tarihi ile Yakın Doğu’nun Roma ilişkileri üzerine ayriyeten durmaya çalışıyorum. Muhtemelen doktora tezimi de bunun üzerine yapabilirim. Gelecekte ne olur bilmiyorum ama şu anlık hedeflerim böyle. Bazen hedeflerimizi gerçekleştiremiyoruz çünkü akademide işler böyle yürümüyor. Fakat Roma tarihini ve Yunan tarihini seviyorum. Önasya arkeolojisini de gerçekten seviyorum. Ancak günün sonunda çeşitli istatistikî yöntemleri, rapor tutma yöntemlerini ve arkeolojik bulguları belgeleme yöntemlerini kullandıktan sonra gerçekten ne oluyor diye bir oturup düşünmemiz lazım. Arkeoloji çok ciddi bir disiplin ve bu disiplinin ne kadar önemli olduğunun farkındayım. Zaten bunun farkında olmadan bu kadar bedel ödeyerek yirmi üç yaşımdan sonra arkeoloji eğitimi almaya çalışmak ahmaklık olurdu.
Arkeoloji, salt olarak turizme hizmet eden bir disiplin olmaktan çıkarılmalıdır. Elbette ki turizme de hizmet etmelidir. Çünkü arkeoloji araştırmaları gerçekten ciddi fonlar ve kaynak isteyen bir disiplindir. Tamamen turizme hizmet etmeye yönelik olarak kaydırılan araştırmalar, arkeolojinin asıl öneminin göz ardı edilmesine ve yitirilmesine sebep oluyor. Örneğin Göbeklitepe’yi ele alalım. Bildiğimiz çoğu şeyi değiştirdi. Peki özellikle biyoarkeoloji, astroarkeoloji ve evrimsel arkeoloji alanında yapılacak çalışmalar sizce neleri değiştirebilirdi? En çok ilgimi çeken arkeoloji alt dallarıdır bu alanlar. Prehistorik araştırmalar için arkeoloji gerçekten çok önemli bir disiplindir. Amerikan sisteminde arkeoloji antropolojinin bir alt dalı sayılıyor. Avrupa sisteminde ise başlı başına bir disiplin olarak ele alınmaktadır. Ülkemizde ise arkeoloji genelde Avrupa sistemine uygun olarak tasarlanmış ve dizayn edilmiştir. Bir gün sosyal yaşam koşullarım ve şartlarım daha iyi olduğunda antropolojiyi yüz yüze okumayı gerçekten çok istiyorum. Çünkü arkeoloji anlayışım ve bakış açım beni antropoloji de bilmeye zorluyor daima. Hem antropolojinin de gerçekten çok zevkli bir bölüm olduğunu bilmenizi istiyorum. Eğer daha çok kültürün evrimi ve biyolojik evrim konularına meraklıysanız antropoloji okumanızı tavsiye ederim.
Çünkü az önce bahsettiğim arkeolojinin sorunları, bu alanlara yönelmenizi biraz zorlaştırıyor gerçekten. Kaliteli bir yerde eğitim almak ya da bölgesel arkeolojik çalışmalara gömülmemiş bir arkeoloji bölümü bulacaksınız ki biyoarkeoloji ve evrimsel arkeoloji gibi disiplinler üzerine çalışabilme şansınız olsun. Biyoloji kitaplarında bile evrim konusunun kaldırıldığı bir dönemdeyiz. Uğursuz bir kelime gibi algılanıyor artık bu kavram. Peki bu durumda sizce ne yapılabilir? Elbette ki okumalar yapabilmek için çok çeşitli dijital olanaklara sahibiz. Ancak böyle bir kariyeri Türkiye’de yapmak gerçekten mümkün mü? Bu üzerine düşünülmesi gereken bir konu. Sözün özü arkeoloji, sosyal bilimlerin ve zaman zaman doğa bilimlerinin yöntemlerini kullansa ve bu iki alanla tamamen iç geçse de, kimi zaman ise beşerî bilimlerle yakınlaşsa da, günün sonunda ölçülüp biçilip sağdan soldan çıkartılan eserler ve buluntular insan düşüncesini ilerletmeye hizmet etmelidir.
Şayet buna hizmet etmiyorsa, gerçekten herhangi bir yüzey araştırmasından veya arkeolojik kazıdan ne elde edilebilir ki? Örneğin Antik Çağ’daki herhangi bir yerleşim yerinin kazılmasını ele alalım. Amik Ovası’nda yıllardır kazılan yerleri biliyorum. Gerçekten bu kazıların Amik Ovası’na ne katkısı var diye düşünmek gerekiyor. Muhtemelen Hatay Arkeoloji Müzesi’nden ve kazıyı yapan akademisyenlerin kariyerlerini şişirmekten başka bir işe yaramıyor. Ben arkeolojik kazıların hem felsefî anlamda hem de ekonomik anlamda bir katkı sunmasının daha doğru olduğunu düşünüyorum. Elbette ki arkeolojinin turizm yönü göz ardı edilsin demiyorum. Lakin abartılmasını da istemiyorum. Dediğim gibi, yıllardır yapılan bu tür kazılar ve bir yerden sonra karbon-14 analizleriyle buluntuların yaşlarının tespit edilmesi, müzelere taşınması gibi maliyetler ve müzelere harcanan giderler bize ne kazandırıyor? Gerçekten bunu sorguluyorum. İnsanlığın evrimsel çizgisindeki önemli noktaları tespit edebiliyor muyuz? Evrimsel eğilimlerimizi açıklayabiliyor muyuz? Evrimsel yönelimlerimizi açıklayabiliyor muyuz? Çünkü şunu fark ettim ki, geçmiş dönemde felsefede tartışılan pek çok konu için insanlığın prehistorik dönemlerini gerçekten çok iyi bilmemiz gerekiyor. Örneğin Thomas Hobbes’un doğa durumunu, Jean-Jacques Rousseau’nun doğa durumunu ve çağdaşı olan diğer filozofların ve sonrakilerin doğa durumu hakkındaki tespitleri ya o dönemki kısıtlı verilerden gelen ve bunun üzerine yürütülmüş akıl süreçleri ya da saf akıl yürütme biçimlerine dayanmaktaydı. Gerçekten medeniyeti bu noktaya nasıl getirebildiğimizi ve bunu nasıl başarabildiğimizi anlayabilmek ile beraber aklın evrimsel eğilimlerine kapılarak dogmatikleşmemek ve her zaman gelişmeye açık olabilmek için bunları anlamaya ihtiyacımız var.
Prehistorik bilgiyi bize sağlayabilecek en önemli iki disiplin, antropoloji ve arkeolojidir. Tarihçiler çoğu zaman tarihi M.Ö. 3200’de Sümerlerin yazıyı icat etmesiyle başlatıyor. Lakin insanlık tarihi çok daha eski bir zamana dayanıyor. Benim tarih anlayışım da yazı ile başlayan bir tarih değil de direkt türün tarihini öne alan bir tarih anlayışına sahiptir. Arkeoloji eğitimi almamın da belki de bunda bir etkisi vardır. Fakat gerçek olan da budur zaten. İnsanlığın bir tarihi var ve bu tarih yazılı ve yazısız tarihler olarak ele alınıyor. Yazılı tarihi daha çok tarih disiplini incelerken, yazısız dönemleri ise antropoloji ve arkeoloji gibi disiplinler inceliyor. Yani sözün özü ve işin aslı arkeoloji ve antropoloji de tarihsel bir bilimdir. Bu çoğu zaman göz ardı edilen bir diğer gerçektir. İnsanlığın tarihini yazılı ve yazısız dönemler şeklinde ele alarak insan türünün evrimsel eğilimlerini, yönelimlerini ve çizgilerini takip edebilmek ve bu disiplinlerin verilerini felsefenin süzgecinden geçirerek insanlığa bir katkı sunmak gerektiğini düşünüyorum. Bu bağlamda tüm bu disiplinler gerçekten yön gösterici ve işe yarar bir hâle gelecektir.
Sadece turizme, ideolojilere ve devlet aygıtının resmî öğretilerine hizmet etme anlayışı bize insanlık olarak çok bir şey kazandırmayacaktır. Yakın bir geçmişte ise bu disiplinlerde çok ciddi bir şekilde bu hataları yaptık. 20. yüzyıla kadar antropolojide, arkeolojide ve tarihte bu hatalar gerçekten tehlikeli sonuçlara yol açtı. Hâlbuki felsefenin ve sosyolojinin laboratuvarı olabilecek bu disiplinler çok daha büyük bir bilimsel ve felsefî ciddiyetle ele alınmalıydı. Ayrıca belirtmek gerekiyor ki felsefenin yanı sıra sosyoloji de bakış açınızı gerçekten çok değiştiren bir disiplindir. Bu disiplinlerin multidisipliner bir şekilde ele alınması ile ortaya gerçekten çok güzel sonuçlar çıkabilir. Uzmanlaşmaya bağlı akademik sistem içerisinde olmamız ve insanlık kültürünün gerçekten çok uzun bir döneme yayılması ve geniş materyallere sahip olması da herkesin adeta işin bir ucundan tutarak bu süreci ilerletmesi ve yürütmesini gerekli kılıyor. Günün sonunda ise bir ucundan tutulan bu işleri bir sonuca vardırmalıyız. Bunu yapmadığımız takdirde tüm bu çabalar ve emekler boşa gidiyor demektir. Sosyal ve beşerî bilimler, insanlığın medeniyetini doğa ve mühendislik bilimleri gibi güzelleştirebilecek bilimin öteki yüzleridir. Bu çoğu zaman göz ardı ediliyor. Coşkun bir şekilde teknolojik inovasyonla ve doğa bilimlerindeki ilerlemelerle bir yere kadar gidebiliriz.
Nitekim sosyoloji ve felsefe okumalarına aşina olanlar, postmodernizmi ve bunun getirilerini çok iyi anlayacaktır. İşte bu eksiklik, sözünü ettiğim sebepler zincirinden doğmaktadır.
Araştırmacı-Yazar
Mehmet Hüseyin Arslan


