Sosyal medyada bazı sayfalar var ve sürekli olarak memur maaşlarından şikâyet etmekle ilgililer. Memurların doğru düzgün zam alamadığından bahsedip duruyorlar. Az önce bir tane daha paylaşım gördüm. Kendisi ve eşi de memur olan bir çiftin toplam aylık gelir olarak evlerine 110.000 TL maaş giriyormuş. Bu durum beni gerçekten düşündürdü. 110.000 TL kaç asgari ücret yapar? Ve bu asgari ücretle geçinen aileleri düşündüğümüz zaman 110.000 TL’lik bir meblağ kaç asgari ücretli hanenin gelirine eşdeğer acaba? Gerçekten bunu düşünüyorum. Ortalama memur maaşlarına baktığımız zaman asgari ücretle geçinmek zorunda olan insanlarla aralarında gerçekten büyük sınıfsal bir uçurum var. Asgari ücretle geçinmek zorunda olanların oranını düşündüğümüzde ise bu durum halkın önemli bir kısmına denk geliyor. Ayrıca herkesin memur olmaması gerektiğini de söylüyorlar. Fakat böyle bir ekonomik sistem içerisinde insanlar tarım işiyle uğraşsa yeterince doyum sağlayamıyor, yine hizmet sektöründe yeterince doyum sağlayacak maaş alamıyor. Ve diğer ekonomik konularda da hakikaten durum aynı şekildedir. Bu sebeplerden ötürü sırtını devlete dayamak olarak görülen memurluk toplum nezdinde kendini bir tür garantiye almak olarak görülüyüor ve buna olan talep her zaman yüksek oluyor. Tabii ki bu bir fikir günlüğü yazısı. Ben bir ekonomist değilim. Ancak bir sosyolog bakış açısıyla baktığım zaman toplumun diğer kesimlerinin arasındaki bu ekonomik sınıfsal uçurum gerçekten çok kötü ve insan hayatını zorlaştıran bir etmen olarak öne çıkıyor. Bu durumun çözümü için acaba ne yapılabilir diye ciddi manada kafa yormak gerekiyor. Gerçekten bu durum adil mi? Asgari ücret normalde bir insana verilebilecek asgari maaş düzeyidir. Fakat ülkemizdeki asgari ücretle çalışanların oranını göz önüne aldığımızda işçiye asgari ücret vermek, neredeyse işçilerin çoğuna asgari ücret vermek veya asgari ücretin biraz üstünü vermek bizim ülkemizde bir gelenek hâline gelmiştir.
Başka ülkelere baktığımızda asgari ücretle çalışan oranları nüfusun çok ciddi bir bölümünü bu kadar kapsamıyor ve ekonomimizin de kötü olduğu bir dönemden geçiyoruz. Fakat sınıfsal olarak baktığımız zaman toplumdaki sosyal sınıfların ekonomik durumları arasında her zaman bir uçurum var gibi gözüküyor. Örneğin geçmiş hükümetler dönemindeki alım gücünden sürekli olarak bahsediliyor, işte kriz anlarında bile doların şu kadar, altının şu kadar olduğunu; günümüz Türkiye’sinde ise şu kadar olduğu gibi şeyler söyleyip duruyorlar. Fakat burada düşünmemiz gereken bir husus daha var. Bunu hep göz ardı ediyorlar. Acaba dolaşımdaki para ve sermaye miktarı ne kadar ve kimin elinde ne kadar likidite akışı var? Bu çok önemli bir husus. Yani 1990’ların ve 2000’lerin hemen başlarındaki Türkiye’nin alım gücü ile bugünkü Türkiye’nin alım gücü çok azalmış ya da artmış olabilir, doğrudur. Fakat kimin elinde ne kadar sermaye olduğu, ne kadar nakit akışı sağlayacak bir likidite olduğu gerçekten önemli ve çoğu zaman göz ardı edilen bir husustur. Benim kendi çocukluğumdan hatırladığım kadarıyla evet, beş liranın ya da on liranın bir değeri vardı; fakat bunlar ciddi paralardı. Elli lira ise çok daha büyük bir paraydı ve bugünkü gibi herkesin cebinde deste deste bulunmuyordu. Yani istatistikler bazen yanıltıcı olabiliyor. Baktığımız zaman bundan önceki dönemlerde istatistik olarak daha iyiymiş ya da kötüymüş gibi görünebiliriz. Ancak halkın elinde ne kadar sermaye ve likidite bulunuyordu, diye bakmak lazım.
Bu durum ise hep göz ardı edilerek sadece belirli istatistiklere odaklanılıyor. Gerçekten onurluca bir insan yaşamı ile bağdaşmayan bir olgu olarak öne çıkıyor ekonomik yoksulluk. Diğer gelişmiş ülkelerle kıyasladığımız zaman önemli ölçüde sefil bir hayat yaşıyoruz diyebiliriz. Bunun en önemli sebeplerinden bir tanesi ekonomi. Burada salt olarak kapitalizme suçu atmak gerekir mi, gerekmez mi diye bunu düşünmeden önce Avrupa’daki refah devletlerini ve Amerika’daki refah yapısını da göz önünde bulundurmak gerekiyor diye düşünüyorum. Gerçekten tarihe baktığımız zaman insanlar yiyeceklerini garanti altına alabilmeyi başardığında Neolitik Devrim’le büyük bir devrim yapmış ve boş zamanlarında sanat, kültür, dönemin şartları elverdiği kadar bilim ve felsefe yapabilmiştir. Yaşamsal enerji kaynakları ve bu kaynakların ulaşılabilirliği medeniyet açısından da çok ciddi bir meseledir. Arkeoloji ve tarih incelemeleri sırasında bunu hep göreceksiniz. Tarih çoğu zaman kıtlıklarla ve isyanlarla doludur. Arkeoloji bilimi ise bize Neolitik döneme geçişle birlikte medeniyetin nasıl bir ivme yakaladığını çok net bir şekilde gösteriyor. Demem o ki ekonomi, sosyal yaşamın ana damarlarından biridir. Umarım daha refah ve gelir dağılımının daha adilane ve insan onuruna yakışır bir şekilde olduğu bir toplumda yaşamayı bir gün görebiliriz.
Sosyolojik durum böyle iken sürekli olarak kendi yaşam koşullarından şikayetçi olan ve doyumsuz bir şekilde sadece kendi sosyal sınıfı için iyileştirme isteyen insanlar ile birlikte bu ekonomik yoksulluğun üstesinden nasıl gelebiliriz? Ekonomik yoksulluk ve gelir dağılımının adil olmayışı tüm toplumu temelinden sarsabilecek kadar ciddi bir sorundur. Tarih bu tür sosyal gerilimler ve isyanlarla doludur. Güzel bir yaşamı hep birlikte inşa edebiliriz. Lakin herkesin kendini kurtarmak ve bir diğerini ezmek peşinde olduğu bir sosyolojik gerçeklik karşısında bunu nasıl başarabileceğiz. Üzerinde derin derin düşünülmesi gereken ve çözüm yolları aranması gereken bu mesele hakkında düşünmenizi istiyorum.
Araştırmacı-Yazar
Mehmet Hüseyin Arslan


